Zakir KAYA "IRKÇI MÜSLÜMAN ASLINDA BANA GÖRE KAFİRDİR!".


Müslüman, esen bütün fırtınalara rağmen ayakta kalabildiği, insanlığa inandığı değerlerden kaynaklanan özgün teklifler sunabildiği, her sıkıntıya makul çözümler getirebildiği, dağıtıcı değil toplayıcı / kırıcı değil kucaklayıcı / boğucu değil ferahlatıcı olabildiği için Müslüman’dır.
Müslüman’ın, hayatı boyunca devam ettiği kırıksız bir çizgisi, ömrünü adadığı değişmez doğruları, kıymetini bilmezse kendini kaybedeceğini hiç unutmadığı ve hesabını vereceğine inandığı bir değerler silsilesi vardır.
 
Müslüman, ırkçı olamaz. Irkların, ‘tanışıp kaynaşılsın diye’ var edildiğini, dahası ‘derilerin ve dillerin farklı farklı oluşu’nun ‘ilahi kudretin işaretlerinden’ olduğunu bilir. Müslüman, ömrünü, kainatın üzerine var edildiği bu ahengi ve zenginliği anlamaya adar. Bilgisi arttıkça boynu bükülür. Tevazuu artar. Her türlü hırçınlık ve hoyratlıklardan sıyrılır.   
Müslüman, hiçbir ırkı diğerinden üstün ya da aşağı tutamaz. ‘İnsanların bir tarağın dişleri gibi eşit’ olduğuna can-ı gönülden iman eder. ‘Üstünlüğün takvada’ olduğunu bilir. Takvayı ölçme hakkını da ancak ve ancak Âlemlerin Rabbi’ne teslim eder.    
Müslüman, insanlara kıymet verirken, onları Allah’ın yarattığı gerçeğinden hareket eder ve bu gerçeklik, adaletli davranması için ona yeter. Müslüman, hiç gündeme bile gelmeyebilecekken, Abese suresinin neden Kur’ân’da ölümsüzleştirildiği üzerinde düşünür ve kullara kıymet verirken makam-mevki, kâr-zarar hesaplarına girişmez. Tek ölçüsü, samimiyetle kendisine koşup gelene, Allah için kucak açmaktır.    
Müslüman, kaba konuşuyor diye, adetleri kendi adetlerine benzemiyor diye, fakirlik ve sefalet içinde bulunuyor diye, kendi steril hayatına uymayan yönleri var diye, Müslüman kardeşlerini aşağılayamaz. Din kardeşlerinin mensup olduğu ırk ismini, hakaret edeceği insanlara sıfat olarak veremez. 
Müslüman, özellikle Müslüman kardeşleriyle ilgili bir yargıya varacağında “Ben olsaydım?” düsturunu hiç aklından çıkarmaz. Böylece insaftan ve dolayısıyla imandan da ayrılmamış olur. 
Müslüman, dünyanın sonunda bir gün, Alemlerin Rabbi’nin huzurunda hesaba çekileceğini hiç unutmaz. 
    Müslüman, vatan kavramını da farklı düşünür: 
Müslümanın vatanı, hasbelkader üzerinde doğduğu, sokaklarında romantik çocukluklar geçirdiği toprak parçası değil, Allah’ın dinini özgürce yaşayabildiği her yerdir. Dolayısıyla Müslüman, bir gün, Allah’ın dinini yaşamak konusunda baskı ve zorlamalarla karşılaşırsa, gözünü kırpmadan, Çağlar Üstü Önder’in izinden gider.
İmanına kastedilen bir Müslüman, ‘ne pahasına olursa olsun’, nesillerini kaybetmeyi de göze alarak, kuru bir toprağı fetiş haline getirmez. Artık onun vatanı, ‘Ardullâh’tır, bunu çok iyi bilir. Ve bilir ki “Allah’ın arzı geniştir!”    
Müslüman ırkçı olmadığı ve vatan kavramının tanımını Çağlar Üstü Önder’den öğrendiği için, onun hayatında hicret vardır. Sabır vardır. Tahammül vardır. Hayalinde Habeşistan vardır, Medine vardır. Allah’ın emirlerini yaşayamadığında, doğduğu vatandan, gönlünün doyacağı başka vatanlara gitme umudu vardır. Gittiği yerlerde, candan kardeşler bulma ümidi vardır. 
Müslüman, gün gelip, fetih müyesser olursa, zor zamanda kendisine kucak açan kardeşleriyle olmayı, doğduğu ve sonra da terk ettiği vatanda yaşamaya tercih eder. Hatta, hasretini giderecek kadar kaldıktan sonra, orada değil de, imanına vatan olmuş topraklarda gecelemekte acele eder. Bu yaptığı, kuru bir toprak parçasına değil de, ‘iman yurdu’na gösterilmiş bir vefadır. Ve Müslüman, Önder’inden aynısını görüp, tereddütsüz uyguladığı bu davranışın, çağlar üstü bir mesaj olduğunu, artık vatan kavramının kıyamete kadar bambaşka bir anlam taşıdığını da çok iyi bilir. 
Müslüman, inandığı değerleri hayatına geçirme noktasında titizdir. Çünkü attığı adımların yalnızca kendisini bağlamadığını, her hareketinin insanlığa iyi ya da kötü örnek olacağını hiç unutmaz. Bu yüzden, kritik ve dar zamanlarda attığı adımlar, uzun vadede hep doğru çıkar. Çünkü onun referansları, zamandan ve zeminden âzadedir.
 

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.