Rânâ İSLÂM DEĞİRMENCİ :ELBETTE Kİ YOLA DEVAM
-Hiç ‘Yazı’dan Kaçılır mı-
Merhaba,
2011 yılıydı, bir grup öğretmen arkadaşla ilçede bir
eğitim organizasyonunu finale taşıdığımız için Belediyenin ve İlçe Milli Eğitim
Müdürlüğünün ödülü olarak –yılın ilk karının lapa lapa yağmaya başladığı o gün-
14 Aralık sabahı, Konya’ya yolumuz düştü. Bir günlük Konya gezisi ve öğleden
sonrasında “Şeb-i Arus” seyrinden sonra Ankara’ya geri döndük. Bu bir günlük
yolculuk, yaptığım tüm yolculuklardan aldığım lezzet gibi bende büyük bir iz bıraktı.
Hatta bu öylesine bir yolculuktu ki her zamankinden daha leziz daha unutulmaz
bir tat bıraktı benliğimde. Zira o günkü yolculuk hem dış hem de iç yolculuktu,
daha doğrusu iç ve dış yolculuğun ne demek olduğunu idrakti, benim için. Finalinde,
bana hayatımın anlamını tekrar hatırlatan, hayat yolculuğumun bir şifresini
daha çözdüren sürpriziyle… Biliyordum ki, o seyahatte beni çağıran “Şems”ti. Yine her zaman olduğu gibi
anlara meftun yüreğim, o bir günlük yolculuktaki her an, her dakika ve her
saatten hissesini aldı, sessiz ve derinden. Yüreğim ve aklım birlikte,
hisselerini demlendirdikten sonra, yani gezinin bir iki hafta sonrasında “MEVLÂNÂ GEZİSİ ve BEN” isimli anı / gezi
yazısı türünde üç bölümlük bir yazıya çevirdiler. Bu yazıyı, inşallah, uygun
bir vakitte siz okuyucularla paylaşırım.
Siz okuyucularıma selam vermek için kaleme aldığım şu
ilk yazımda –ki ilkleri severim-, sizlere bu üç bölümlük yazının üçüncü
bölümünden bazı bölümler pay etmek istedim. İstedim ki; anların, yolun,
seyyahlığın, yüreğin, insanın, ‘yazı’nın benliğim için anlamını böylelikle sizlere
sunmuş olayım. Sözünü ettiğim bölümün
adı “ŞEMS’Tİ BENİ ÇAĞIRAN”. Bu
bölümde bir günlük seyahat sırasında Şems Türbesi’ne uğrayamayan benimin iç
sıkıntısını, tam da yolculuk biterken, Mevlana Kültür Merkezi’nde aniden bir
kitapçıda gördüğüm “Şemsi Tebrizî” kitabının bir çırpıda nasıl dağıttığını ve
kitabın bir bölümünde “neden seyyah olduğumu bana bulduran satırlara kavuşunca
içimdeki hayret ve sevinci’ anlatmışım. İşte o bölümün şu yazımıza da can suyu
olacak satırlarından:
“Mevlânâ Kültür Merkezi’nden
çıktığımızda saatler on yedi kırk beşi gösteriyordu. Hava kararmıştı. Gezi
fotoğrafçımız öğle üzeri Mevlânâ Müzesi önünde yaptığı gibi bu binanın önünde
de tek yürek atan kafilemizin toplu halde resmini çekti. Fotoğraf çektirip de
otobüste yerimizi alana kadar bir müddet geçti. Otobüse bindiğimde saat tam on
sekizi gösteriyordu. Bu sefer, beş on dakika ben başkalarını bekledim.
Beklerken Mevlânâ’dan ayrılmamın hüznü de çökmeye başladı yavaş yavaş yüreğimin
üzerine. ‘Sema’dan ayrılmama üzülecektim ki, işte tam da o dem, daha yeni
aldığım Şems-i Tebrizî kitabımın sıcaklığını duydum içimde.
Saat tam 18.09’da kitabımı açtım.
(Saatleri iyi biliyorum; kitabıma not etmiştim anları sıcağı sıcağına…) Sanki,
benim kitabımı açtığımla eş zamanda otobüs hareket etti.
Daha önce de Mevlânâ’ya –bu
seferimden de daha kısa- bir ziyaretim olmuştu ama Konya şehrini hiç
bilmiyordum. Otobüse bindik. Kültür Merkezi’nden şehrin merkezine yol almaya
başladık. Şehrin merkezi olduğunu tahmin ettiğim bir yerde durduk. Belki bir
beş sayfa ancak okuyabilmiştim kitabımdan… Kafile başkanımız:
‘Kar yağışı olduğu için ancak bir
yarım saat vaktimiz var. Vakit geçirmeden Ankara’ya yola çıkmalıyız. İsteyen
Alaattin Tepesini ve Camiini ziyaret edebilir, isteyenler de Konya çarşısını
gezebilir’ diye anonsunu yaptı…
…
‘Sahi, Alaattin Camii nerede?’
‘İlahi, yukarıda… iki basamak çık, görürsün. Yoksa gitmedin mi?’
‘Yok, kimse yolunu izini tarif
etmedi ki?’
Yine boynumu büktüm… Hem
üşümüştüm hem de vakit daralmış olmalıydı. Alaattin Camii’ni de tıpkı Şems’in
Türbesi gibi, içimden gezerek, sıcak salebe koştum.
…
İçimde ilk karın ılıklığı varken,
sığınacak tek yer geldi aklıma: Şems!..
Açtım kitabımın altıncı sayfasını;
Şems ve Mevlânâ ile birlikte döne döne döne kitabı okumaya başladım. Şimdi
bakıyorum da, yolculuğum sırasında 311 sayfalı kitabın birinci bölümünü
bitirmiş (96 sayfa) ikinci bölümünde bırakmışım. (Aslında, bütün yol boyunca
bitirebilirdim kitabı… Fakat Şems’i iyi
anlamak gerek; tabii geziye çıktığım dostlarla -ara sıra yan koltuğumu paylaşan
arkadaşlarımla- sohbet de gerek…)
Her zamanki âdetim üzere,
kitabımın ilk sayfasına hatırlamam gereken pasajları ‘özel başlıklarım’ ve
sayfa numaralarını da yazarak kaydetmeyi ihmal etmedim tabii…
Şimdi sizlerle Melahat Ürkmez’in
Şems-i Tebrizî adlı kitabından; daha otobüste iken bile ‘beni can evimden
vuran’, ‘SEYAHAT’ başlığını yazdığım bir bölümü paylaşacağım…
Yazıyı paylaşmadan evvel; ‘kalp
gemisine çay kaşığı ile ummandan su getiren’ bir gezi yazısı yazmayı düşleyen
ve bu düş peşinde koşarken gücünü bembeyaz kardan, ateşini Şems’ten alan yüreğim
Mevlânâ’yı anlama / anlatma arzusunda iken “çocuksu” kaldıysa affola… Yüreklerin
hoşgörüsüne sığınırım…
Biz ki derviş yürekliyiz; döner
döner döneriz. Sonra da edeple çekilir; susarız… Yalnızca bir tek ses duyarız
her dem… ‘Ney sesi…’
‘İşte,
O Sesle başlar kalp gemisinde SEYAHAT…’
Şems-i Tebrizî’nin Şeyh Ebubekir
Sellebâf’ın hizmetinde bulunduğu dönemlerde büyük bir olgunluk mertebesine
eriştiği âşikâr. Ne var ki Şems, şeyhinin kendisine mürşitlik yapamayacağı bir
varoluş düzeyine ulaştığı için ve bu durumun da şeyhi tarafından bilindiği için
seyahate çıkmasına izin verildi. Daha ileri mertebeyi başka yerde araması
söylendi.
A.Reza Arasteh, Şems’in
Ebubekir Sellebâf’tan ayrılarak seyahate çıkmasını şöyle tahlil eder:
‘…O; Sokrates gibi, kemâle
ulaştırılmış sesini duymaya başladı. Deliller, O’nun geleneksel hayatın
sınırlılıklarının farkına vardığını; hatta, kişiye tasavvufun prensiplerini
öğreten ve Allah’la veya kerâmet ehliyle özdeşleşmeyi öğreten klasik tasavvufa
başkaldırdığını göstermektedir. O, otoritenin her çeşidinden kendisini
özgürleştirir ve sadece diğerlerinin fikirlerini tekrar eden geleneksel
âlimleri ve kelâmcıları sıkça tenkit etmeye başlar. Diğerlerini kendisi için
örnek almaktansa, gerçek benliğini
keşfetmek için, içe döner. Seyahatleriyle ve kendisini sürgün ettirmesinin
sonucu nihayet mükemmelliğe ulaşır. Yıllarca başarısız kalan, cana yakın bir
ruh arayışından sonra, en nihayetinde, kendi potansiyel ruhunu bulduğu
Mevlânâ’ya rastlar.” (Arasteh,2000:40) (Ürkmez,2009:32)
…
Kalp gemisinden ney
sesiyle bir yankılandı, sessiz dil incileri…(Konya,
14 Aralık 2011/ YAZICI))”
Efendim,
anladığınız üzere iç ve dış yolculuklarına kalp gemisi ile seyahat eden bir
Seyyah’ım ben. Hayata, yazıya, anlara, kalplere, insana aşığım. Hayatın renkli
ve gizemli bir yolculuk olduğuna inanırım. Ama öyle bir yolculuk ki, aklınız ve
yüreğinizi birlikte seferber ederek daima bir şeyler öğrenecek ve
öğreteceksiniz. Ve daima “okuduğunuzu” yazacak; “yazılanı” okuyacaksınız. Hiç
“yazı”dan kaçılamaz, bize göre. “Yazı” ki, biz insanoğlunu anlamlı bir
yolculukla taçlandırıyor. ‘Yazı” ki bize ‘yoluna, yolculuğuna, yol arkadaşına
ve yoldan alacağın ders ve hisselere aklın ve yüreğinle dikkat ve rikkat kesil’,
diyor. Biz yazıyı ve yolculuğu bir ve beraber görüp böyle bildik, böyle tanıdık.
Unutmadık ki; insanın benliği ve hayat yolculuğu daima ileriyedir, zira insan
daima bir gelişim içindedir; daima ‘güzel tablo’ya doğru meyillidir. Onun
adımları her zaman güzele, iyiye, doğruya ve faydalıya doğru, dosdoğru
olmalıdır. İçimizde ezelden ebede süren bir ses vardır; bizi yolumuzda zinde
tutan, bize yolculuğumuzu, seyyahlığımızı hatırlatan, yolculuğa ‘devam’ diyen…
İşte, ‘O’ sesle başlar, kalp gemisindeki
seyahatimiz. Elbette ki, bu yürek titredikçe de, yolumuza(okumaya, yazmaya,
anlamaya, anlatmaya), seyahatimize devam edeceğiz. Elbette ki, kalp gemisinden
dökülecek dil incileri.
Yazı yolculuğumuzda, gönülden bir merhaba ile bize
yol arkadaşlığı ederseniz yüreğimiz titrer, mutlu oluruz.
Muradımız tektir: “Kalp gemisine ummandan bir
damlacık su taşımak”. Elimizdeki tek sermaye akıl ve yürek kürekleri ile
gayrettir.
Saygılarımla.
Rânâ
İSLÂM DEĞİRMENCİ -KHA.
ranadegirmenciQhotmail.com
Hiç yorum yok: